Din Kültür Felsefe

Oruç Neden Tutulur?

oruc

Halk, sorulduğunda fakirin halini anlamak için derken, zengin fakir herkese orucun farz olduğu unutulur. Peki bunu unutmamış bir zihin bu konuda ne demiştir? Dücane Cündioğlu’na kulak verelim, daha sonra tutalım:

Hayat akıyor, biteviye, hiç durmadan, hızla akıyor. Bu akışın hızına kendilerini kaptırmış olan bizler de hayatla birlikte hiç durmadan akıp gidiyoruz, bir türlü duramıyoruz, durmayı beceremiyoruz, üstelik durmamız gerektiğini, durmaya ihtiyaç duyduğumuzu hem de hiç farketmeden.

Durmamız ve başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmemiz gerekmiyor mu?

Durmalı ve düşünmeli, durup düşünmeli, durup durup düşünmeli değil miyiz?

Düşünme aklın hareketine verilen ad oysa.

Evet, aklın bilinen (malum) ile bilinmeyen (mechul) arasındaki hareketine düşünme (nazar) diyoruz. Bu takdirde durup düşünmek, düşünme’nin durması değil, düşünen’in durması anlamına geliyor.

Düşünen durmalı ki düşünme harekete geçebilsin, bilinenlerden bilinmeyenlere doğru yürüyebilsin, nesnelerini bulsun ve sıralasın, dilerse parçadan bütüne, dilerse bütünden parçaya, dilerse parçalardan parçalara doğru hareket etsin ama her halukârda hareketini sürdürsün.

Düşünme’nin hareketi, düşünen’in durmasına bağlı ise, durup düşünmek için kendimizi sâkin, aklımızı faal ve müteharrik kılmak zorundayız.

Hareketin karşıtı, ne ilginç değil mi sükun.

Arapça bir sözcük sükun.

Sakin olmak, sükunet içinde olmak, yani kımıldamamak demek.

Mahall’us-süknâ, meskun mahal, yani içinde oturulan yer anlamına gelir ki mesken de denir. Türkçemizde mahallenin sakinleri tabiri de buradan geliyor, o mahalde veya mahallede oturanlar, o mahalli mesken edinenler, orada duranlar anlamında.

Acıyı kesmek, acıyı durdurmak için de ne garip değil mi eskiden teskin sözcüğünü kullanırdık, acı çeken dostlarımızı, arkadaşlarımızı gücümüz yettiğince teskin etmeye çalışırdık. Acıları durdurmanın adı teskin ise, acıları durdurmak için kullanılan ilacın adı da müsekkin idi.

Bir de meskenet ve miskin sözcükleri var ki bugün verilen yanlış anlamlarını düzeltmekle vakit kaybetmeyip sadece onların durmak’la, hareket etmemekle alâkalı olduğunu belirtip geçelim.

Düşünmek için sükunete ihtiyaç bulunduğuna her işaret edişimizde aslında hareket edebilmek için durmak, yani kımıldamamak gerektiğini söylemiş oluyoruz. Çünkü düşünen hareket etmeye başladığında, hatta hareket etmeye başlar başlamaz düşünme susar, kendisini geri çeker, düşünen’in durmasını bekler ve ister.

Düşünebilmek için sesin hareketi de durmalı, başkalarıyla konuşmamalı insan, susmalı, sükut etmeli. Sükut zatendüşmek demek, sözden düşmek yani.

Oruç, bir zamanlar sadece, muayyen bir süre için yemekten, içmekten ve cinsî ilişkiden kesilmek anlamına oruc%CC%A71gelmezdi, durdurulması, menolunması gereken bir tek bu durumlara özgü hareketler (!) değildi.

Selef-i salihîn ayrıca savm-ı samt denilen susma orucunu da tutarlardı. Sesin, sözün hareketini de muayyen süreler içinde durdurmayı denerler, sözden kesilmeyi de tecrübe ederlerdi. Kur’an, Hz. Meryem’in susma orucu tuttuğuna açıkça tanıklık eder. İffetin anası, kendisine soru soranlara cevap vermemiş, sadece beşikte yatmakta olan kelimetullah’a işaret etmekle yetinmişti. (Meryem: 29)

فَأَشَارَتْ إِلَيْهِ 

O oruçluydu, susma orucu tutuyordu. Bu nedenle Kelimetullah’ın bizzat  konuşması gerekmişti.

Susmak, bu bağlamda hiç konuşmamak demek değildir, bilâkis susmak, başkalarıyla konuşmamak demektir. Başkalarıyla konuşmamaya ihtiyaç duyarlardı büyüklerimiz, bir tek kendileriyle konuşabilmek için, kendi kendilerine konuşabilmek için, kendilerini kendilerine muhatab kılabilmek için.

Kuvve-i nutkiye idi düşünme-konuşma yetisinin adı ve nutk ikiye ayrılırdı:
1. nutk-ı dahilî (iç konuşma) 2. nutk-ı haricî (dış konuşma)Bugün iç konuşma’ya düşünme, dış konuşma’ya ise sadece konuşma diyoruz. O halde savm-ı samt (susma orucu) iç konuşma’dan kesilmek değil, bilâkis içeride konuşabilmek için dış konuşma’dan kesilmektir. Zihnin hareketini dil ve sesaracılığıyla başkalarına yöneltmektense, hiç değilse hareketin bir süreliğine düşünen’in kendine yönelmesini sağlamaktır.

Aksini akla getirmek bile caiz değildir, zira İslâm’da DÜŞÜNME ORUCU yoktur!

Hz. İnsan herşeyden kesilebilir ama asla düşünmeden kesilemez.

İnsanı insan yapan esasen iki kuvve vardır:
1. kuvve-i âkile
2. kuvve-i âmile

İnsan düşünür ve eyler, lâkin sadece düşünmekle ayrılır diğer canlılardan. Akl’ın bir mevhibe-i ilahiye olduğuna işaret edenlerin muradı budur.

Sözün özü, nefha-i ilâhî ile düşünme yetisini kazanan hz. insan’ın bu ilahî yetiyi ta’til ve bir süreliğine iptal etmesi, yani düşünme orucu tutması, işte bu sebebe binaen caiz değildir.

Bâyezid-i Bistamî hazretleri bir defasında şöyle buyurmuşlardır:

Kırk yıldır insanlarla tekellüm ediyorum da onlar beni kendileriyle konuşuyorum sanıyorlar.

Bu durumda savm-ı samt’ı (susma orucunu) ikiye ayırmak mecburiyetiyle karşı karşıyayız:
1. savm-ı samt-ı zahirî
2. savm-ı samt-ı batınî.
İlki, sadece susmak suretiyle kişinin kendini başkalarıyla konuşmaktan alıkoymasıdır ki burada susmak sözcüğü zahirî anlamıyla, yani nutk-ı haricî’nin susması mânâsında  kullanılmaktadır.

İkincisi ise, kişinin başkalarıyla konuşurken bile kendisiyle konuşmayı sürdürmesidir ki bu hâlde konuşmak batınîanlamıyla, yani zahire nazaran nutk-ı dahilî’nin hareketinin devam etmesi mânâsında kullanılmış olmaktadır.

1. Halkın (avam) susma orucu tutması gerekmez, zaten şer‘an mükellef de değillerdir.
2. Kendilerini önemsemeyi başarmış seçkin kimseler (havass) ise savm-ı samt-ı zahirî vasıtasıyla nefislerini terbiye ederler. Bu nedenle seyr-i süluka dahil olmuş her hakikat tâlibinin zahirî anlamıyla susma orucu tutmaları, yani düşünebilmek için konuşmaktan kesilmeleri gerekir. Herkes kendinidüşünemez, bir tek kendini düşünmeye, kendini düşünmenin/düşüncenin konusu kılabilmeye istidadı olanlar susma orucuyla mükelleftirler.
3. Üçüncü ve son mertebede, bir de bilfiil kendileriyle konuşmak mertebesine gelmiş olanlar (ehass-ı havass) vardır ki onlar isteseler de başkalarıyla konuşamazlar, başkalarıyla konuşurlarken bile aslında konuştukları başkaları değil, kendileridir. Zahiren başkalarıyla ilgiliymiş gibi görünseler de kendilerini batınan terkedemezler, irfan diliyle halvet der encümen mertebesindedirler, yani halk içinde HAK’la beraber yaşarlar. Terki terketmiş, halkın arasına karışmış olsalar dahi en nihayet bir tek kendilerini düşünmekten bir an bile fariğ olmazlar, olamazlar.

Şehr-i Ramazan’da oruç tutmak, muayyen bir süre içinde bedenî kuvvelerden bir kısmının hareketini oruc%CC%A7durdurmak maksadına matuftur, zihnin kuvvelerinin harekete geçebilmesi için, bedenin kuvvelerini tatil etmektir.

Düşünmenin hareketine alışmamış zihinler, bedenî faaliyetlerine bir süreliğine olsun ara verdiklerinde hemen güçten düşerler.

Bu bir hakikat!

Öyle ki onlara sanki zihinleri durmuş gibi gelir ve bunun nedenini yemek yememelerine veya bir şeyler içmemelerine bağlarlar. Oysa hareketi duran zihin değildir. Kendilerine oruç tutmalarını emreden, onlardan zihinlerinin hareketini durdurmalarını istememiş, bilâkis düşünmeyi harekete geçirmeleri için onları sükunete davet etmiş, bedenin her daim faal olan âzalarını hiç değilse bir aylığına sükuna erdirip bu fırsattan istifadeyle düşünmenin yolunu açmak murad edilmiştir.

Ne var ki kapalı bir musluk uzun bir aradan sonra açılınca hemen öksürmeye başlar, ilk aktığında ise paslı paslı akar, tıpkı  bunun gibi düşünme yetilerini hareketsiz bırakmış ve buna mukabil bedenî yetilerine dinlenme imkânı vermeyi akıl edememiş yığınlar şehr-i Ramazan’ın bereketinden yeterince istifade edemezler, yeterince düşünemezler çünkü.

İnsanlar uykudadırlar, öldüklerinde uyanırlar, fehvasınca bedenin yetileri tamamen tatile girmedikçe, çoğu insanın gaflet uykusundan uyanması mümkün olmaz. Bunun imkân dairesi içine girmesi için, kişinin ölmeden önce ölme’nin mânâsını kavraması, ölmedikçe olamayacağını hatırından çıkarmaması gerekir.

O kavimler ki hakikî yolu buldum sandı Ermeden doğru yola hepsini susturdu ölüm Öyle bir ukde ki hâlletmedi bir kimse onu Vurdular hepsi düğüm üstüne birbir başka düğüm!

Müdekkik-i allâme Nasıruddin Tûsî böyle diyor bir şiirinde ve ölümün en sonunda hepimizi susturacağını söylüyor. Oysa ölmeden önce ölebilseydik, ölmedikçe olamayacağımızı bilseydik, olmak adına ölmekten çekinmeseydik, ölüm, acaba cesedimizden başka ne bulabilirdi bizde susturmak için?

Hiçbir şey!

O halde dostum, sen şimdiden bir hiç ol da şehr-i Ramazan’ın hakkını vermeyi ihmal etme!

Şehr-i Ramazan’ın hakkını vermek, düşünme’nin hakkını vermek demektir.

Unutma ki sen düşünmenin hakkını verirsen, düşünme de senin hakkını sana verir.

ducanecundioglusimurggrubu

bir yorum yaz